Gazze'nin Yavaş Ölümü - Şifahen Değil Acilen Filistine Yardım Lazım
TürkçeEnglishArabicGerman
Gazze'nin Yavaş Ölümü
Gazze Neresi
Krizin Boyutları
İnsani Sonuçlar
Neler Yapabiliriz?

Gazze'nin Yavaş Ölümü

Tarihindeki ilk demokratik seçimlere sahne olduğu 2006 yılına büyük umutlarla giren Filistin için 2 yıl önceki seçimin sonuçları; istikrar yerine giderek kronikleşen bir krizin ve bugün yaşananların başlangıcı oldu.

Filistinliler, direnişte büyük fedakârlığına şahit oldukları Hamas’ı iktidara taşıyıp siyasal bir liderlik rolü verirken, düşman gördüğü bir grubun iktidara gelmesi İsrail’i, Batılı destekçilerini ve bazı Arap ülkelerini oldukça sarsmıştı. Uzlaşma arayışı yerine, ilk andan itibaren Hamas hükümeti ile ilişkilerini kesen söz konusu taraflar, bununla yetinmeyerek hükümet yerine muhalefete açık destek vererek, Filistin toplumundaki siyasi farklılığı, bir çatlağa dönüştürme politikasını çıkarlarına daha uygun buldular. 2006 yılından itibaren iktidardaki Hamas’ı kabul etmeme politikasında ısrar eden uluslar arası aktörler, 1,5 yıl boyunca ilişkileri askıya alma, ekonomik ambargo, askeri saldırılar ve el-Fetih’in kontrolündeki Cumhurbaşkanlığı makamını ikinci bir hükümet gibi muhatap alma siyasetinden sonuç almaya çalıştılar. Dışarıdan güçlerin çift başlı bir Filistin seçeneğini pekiştirici yaklaşımları, Filistinli gruplar arasında iç savaşa varan gerilimde katalizör rolü oynadı.

filistin-ambargoduvari.jpg

Dünyanın en kalabalık yerleşimine sahip küçük bir coğrafyasına sıkışıp kalmış, 1,5 milyon insanın 900 bini mültecilerden oluştuğundan, bu durum siyasi ve sosyal çalkantılar için de uygun bir toplumsal alt yapı sağlamaktaydı. Nitekim, 2007 yılı ortalarına gelindiğinde, bir yanda iç kışkırtmalar, bir yanda İsrail’in operasyonları; hedeflenen sonucu getirdi ve Gazze’de Hamas ile Fetih arasında ciddi bir iç çatışma yaşandı. Olaylarda 200’ü aşkın insan hayatını kaybederken, fiili bir durum oluşturan iktidardaki Hamas, milis güçleri eliyle, Fetih’e ait tüm silahlı birimleri tasfiye ederek Gazze’deki yönetimi tamamen kendi kontrolüne aldı. O tarihten itibaren tüm çabasını bu fiili (de facto) durumu yasal (de jure) duruma dönüştürme çabalarına yoğunlaştırdıysa da, Gazze bölgesi bu kez kapsamlı bir kuşatma ile karşılaştı. Uluslar arası camia tarafından tüm ekonomik ve siyasi baskı mekanizmaları harekete geçirildi ve Gazze için zorlu bir dönem başladı.

30 Nisan 2007 Pazartesi

Siyasetin UTANCI!!!

Siyasetin UTANCI!!!
Yaptığı basın toplantısında 'Anayasa Mahkemesi eğer itirazı kabul etmesse Türkiye daha da kötü bir sürece gider' diyen BAYKAL, postal yalamaya devam ediyor! Sırtını cuntaya dayıyor!!
Baykal, 1 saat süren basın toplantısında Anayasa Mahkemesi'ne gönderdikleri 1. oturuma itiraz dilekçesini yorumladı!

Baykal açıklamasında 'Anayasa Mahkemesi eğer itirazımızı kabul etmesse, Türkiye daha da kötü bir sürece gider' diyerek demokrasi suçu işledi...



Baykal mahkemeyi resmen tehdit etti!

CHP lideri Deniz Baykal açıklamasında şunları söyledi:

Türkiye bir kriz ortamının eşiğine gelmiş bulunmaktadır. Türkiye uzun süredir görmediği kriz tablosu ile karşı karşıyadır. Bunun nedenin altında neler yattığı ortadadır.

TBMM üçte iki çoğunluğa rağmen seçimi sonuçlandıramıyor. Çok geniş kitlelere uzanan mitingler düzenleniyor. Bunun bir sebebi olmalıdır.

Bu sadece cumhurbaşkanlığı seçiminin bir sonucu değildir. Türkiye'de var olan sorunun temelinde AKP iktidarının 4.5 yıldır düzeltecek uygulamaların içine girmemesidir. Hükümet kendisi ile ilgili kaygıları gideremedi.

Cumhurbaşkanlığı seçimine yönelik AKP'nin bakışı yanlıştır. AKP'nin iç ideolojileri doğrultusunda bir cumhurbaşkanı arayışı yanlış olmuştur. AKP Türkiye'yi çatışma ortamına sürükleyen bir yöntem uyguladı.

AKP, cumhurbaşkanlığı seçimini kendi mutfağının bir iç işi olatak görmüştür. Dayatma uygulanmıştır. Muhalefetle istişare parlamento ile işbirliği sergilenmemiştir.

AKP üç iç çekirdeği ile ilgili bir aday belirlemiştir. Biz bu süreçte uzlaşı içinde bir tavır sergilemeye çalıştık. Fakat biz önerilerimizi kabul ettiremedik.

Biz daha önce seçimlerin mutlaka 4 yıl içinde yapılması gerektiğini ifade etmiştik. Ancak o zaman buna hiç kimse ilgi göstermedi. Şimdi görüyorum ki cumhurbaşkanlığı seçiminden önce bir milletvekili seçimi yapılması konusunda toplumun bütün kesimlerinin düşüncesi vardır.

Hukukçularımızın ortaya attığı 367 konusunu siyaseten savunucusu olarak kaygılarımızı ilettik. Bu da yok sayıldı.

5'inci yılını doldurmuş bir iktidarın cumhurbaşkanını seçme dayatması bugünkü durumu ortaya çıkarmıştır. Sayın Başbakan kendisi cumhurbaşkanı olmak istedi olmadı. Kendi emrinde olan birisini getirmek istedi olmadı. Sonra milli görüş çizgisinde birini seçtirmek istedi. Ona da toplum karşı çıkmıştır. Türkiye çok tehlikeli bir çatışma ortmına sürüklenmiştir.

Yapılacak şey basittir. Bundan sonraki süreci belirleyecek en önemli konu Anayasa Mahkemesi'nin vereceği karardır. Buradan seçim olması yönünde bir karar çıkarsa bu geçici krizi bir süre rahatlatacaktır. Mahkeme böyle bir karar alırsa parlamentonun görevine devam etmesi sözkonusu değildir. Yapılması gereken şey en kısa sürede seçim kararı alarak seçime gidilmesi olacaktır. Buna göre bir seçim takvimi kendisini gösterecektir.

Bütün çevreler aslında bu parlamonto cumhurbaşkanını seçmesin yeni parlamento cumhurbaşkanını seçsin demektedir. Keşke bu daha önce anlaşılsaydı da bu günlere gelinmeseydi.

Parlamentodaki etkin güç gücünü yanlış kullandı. Anayasa Mahkemesi 367'ye gerek yok derse ülke çatışmaya sürüklenecektir. Çözüm için erken seçim çok önemlidir. Erken seçimin kendisi bizatihi çözüm değildir. Çözüm ülkeyi krize sürükleyen siyasi yapıyı değiştirmektir. Biz milli görüş çizgisinin değiştirilmesi için hükümeti uyardık.

Nur Serter, 'O yazar bendim' dedi

Nur Serter, 'O yazar bendim' dedi
28 Şubat'ın 'ikna odaları'nın mimarı ADD Başkan Yardımcısı Nur Serter, yıllar önce ruh çağıran Sevgi Birliği tarikatının dergisinde yazdığını doğruladı. Serter, derginin 'o kadar sapkın olmadığını' söyledi.
17 Nisan 2007 10:19

Ali Eyvaz'ın haberi İstanbul Üniversitesi'nde Rektör Yardımcısı iken başörtülüler için kurdurduğu "ikna odaları"yla tanınan, 14 Nisan'da Tandoğan'da yapılan mitingin konuşmacılarından ve Atatürkçü Düşünce Derneği'nin (ADD) Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Nur Serter, "ispirtizma" (ruh çağırma, ruhlarla temas) seanslarıyla bilinen 'Sevgi Birliği' adlı tarikatın kurucusu Dr. Refet Kayserilioğlu'nun çıkardığı 'Sevgi Dünyası' dergisinin yazarlarından olduğunu doğruladı.
Konuyla ilgili Yeni Şafak'a açıklamalarda bulunan Serter, söz konusu tarikat mensuplarını "birlik bütünlükten yana insanlar" diye nitelendirirken, derginin bir tarikat dergisi olduğu ve ruh çağırma seanslarının yapıldığına ilişkin bilgisinin bulunmadığını öne sürdü. Serter, 30 yıl içinde kendisinin de büyüyüp geliştiğini savundu. EVET, O BENDİM Sabah yazarı Murat Bardakçı'nın köşesinde ortaya attığı iddiayla ilgili konuşan Serter, "O dergideki Nur Serter, evet benim. Ancak bunlar 30 sene önceydi. Benim ne o zamanlar ruhla filan alakam olurdu, ne de şimdi" dedi. Serter, derginin yayın politikası ve yapılan ayinlerle ilgili ise şunları söyledi: "Benim konferanslarıma gelen, iyi insanlardı, birlik bütünlükten yana olan, kavgadan savaştan yana olmayan insanlar benim konferanslarıma geliyorlardı. 'Bakın bizim de böyle bir dergimiz var, bize de yazı yazar mısınız' diye sormuşlardı. Ben de bunun üzerine dergiye yazdım." O KADAR SAPKIN DEĞİLDİ Serter, şu an pozitivist düşüncede olduğunu belirterek, dergideki yazıların 'o kadar da sapkın gözükmediğini' söyledi. Serter, "Dergide, böyle çok insancıl yazılar vardı. Tamam Nostradamus filan gibi şeyler de vardı, ama bunda da garip bir şey yok; bir dönem çok popülerdi, ben de okudum. Ayrıca bu olay, yıllar önceydi ve ben de büyüdüm geliştim" şeklinde konuştu. Makale yazdığı dergiyi okumamış Dergideki yazılarının Nostradamus ve kehanet içerikli olup olmadığının sorulması üzerine ise ADD Genel Başkan Yardımcısı Nur Serter, "Hatırlamıyorum, ama belki orada o şekilde yazılar da olabilir; çünkü ben dergiyi doğru dürüst okumuyordum da. Ayrıca Nostradamus bir dönem oldukça popülerdi ve ben de bunu merak edip Nostradamus'un kitaplarını okudum. Dünyada reenkarnasyon olduğunu iddia edenler de var ayrıca. Emin Çölaşan, Ahmet Hakan, Cüneyt Ülsever var. Bu dergiyi kim görür, kim okur; işte böyle süreçlerde insanlar bunları bulup çıkartarak iş yaptıklarını düşünüyorlar, ama yapsınlar, ne olacak!" diye konuştu. Misyoner değildim Prof. Dr. Nur Serter, yönetim kurulunda bulunduğu Çağdaş Eğitim Vakfı'nın (ÇEV) para yardımı aldığı Amerikan Board'ın bünyesindeki Protestan Kilisesi'nin 1830 yılından beri Türkiye'de faaliyet gösterdiği ve emrindeki İncil Evi (Bible House) Şirketi aracılığıyla misyonerlik faaliyeti yürüttüğüne ilişkin iddialar ile Murat Bardakçı'nın yazısının genelinden çıkan tez hakkında ise şunları söyledi: "Bakın ben şu anda Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu sorunlarla ilgili bir kitap yazıyorum ve orada misyonerlik faaliyetlerini de eleştiriyorum. Hiçbir şekilde asla böyle şeylere taraf değilim. Beni misyonerlik faaliyetleriyle ilgilimin olabileceği kadar saçma bir şey yoktur. Müslümanları aldatmak için Hitler'in bile Müslüman olduğunu iddia ettiler."
DARBECİ BABANIN İKNACI KIZI
27 Mayıs darbesi ve Talat Aydemir'in darbe girişimine katılan emekli Albay Emin Aytekin'in kızı olan Serter, ruhçu tarikat dergisinde ülkücü, Türk-İslam sentezci yazılar yazdı.
Prof. Dr. Nur Serter, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi. Babası emekli Kurmay Albay Emin Aytekin. 27 Mayısçı darbeciler arasındaydı. 27 Mayıs sabahı, Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın oturduğu Çankaya Köşkü'nü kuşatanlar arasında o da vardı. 'İhtilal Çıkmazı' diye bir de kitap yazan Aytekin, darbe öncesinde CENTO'daki Amerikalı subaylarla çok samimi olduğunu anlatır. Dönemin Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanı Osman Köksal, Aytekin'i "27 Mayıs'ın iki yüzlü adamı" diye itham eder.
TALAT AYDEMİR CUNTASI
Emin Aytekin'in adı, Talat Aydemir'in darbe girişimine de karıştı. Aytekin ve Aydemir aynı zamanda akraba. 27 Mayıs'tan sonra İstanbul Örfi İdare (sıkıyönetim) Kurmay Başkanlığı yapan Aytekin, 1962'de Silahlı Kuvvetler Birliği cuntasının hazırladığı 9 Şubat Protokolü'ne imza koyanlar arasındaydı. Daha sonra ise Aydemir'in darbe girişimine katıldığı gerekçesiyle emekliye sevk edildi.
ÜLKÜCÜ, TARİKATÇI, SONUNDA İKNACI
Nur Serter, 1970'lerde İktisat'taki ülkücü akademisyen grubunda yer aldı. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün 27 Mayıs 1976'da "Türkiye için en büyük tehlikenin Pantürkizm ve Panislamizm olduğunu" vurguladığı demecine karşı yayınladığı bildiride Serter'in de imzası var. Serter'in doçentken yazdığı "Sevgi Dünyası"adlı dergiyi yayınlayan tarikatın, üyelerinin evlilik ilişkilerine dahi müdahale ettiği iddiaları yaygındı. Serter dergide Türk-İslam Sentezi'ni ve eğitimde Japon modelini savunan yazıların yanı sıra 'dini şiirler' de kaleme alıyordu. İÜ eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu'nun yardımcısı olan Nur Serter, 28 Şubat'ta başörtülü öğrencileri başlarını açmaya zorlamak için kurulan "ikna odaları"nın da fikir annesi.
(Yeni Şafak)

Hz. İsa'nın emriyle Tandoğan'da mı

Hz. İsa'nın emriyle Tandoğan'da mı
İstanbul'da, 1970 ve 80'li yıllarda Sevgi Birliği adlı bir grup vardı. Grupta yer alan ilginç isimler bugün dikkat çekici makamlarda. Tarihçi Murat Bardakçı bir şeyi merak ediyor:
16 Nisan 2007 09:06

Murat Bardakçı'nın makalesi
Hazreti İsa'dan sonra sıra Tandoğan'da mı?

İstanbul'da, 1970'li ve 80'li senelerde Sevgi Birliği isimli bir grup vardı. Grup parapsikoloji ile yani hipnotizma, manyetizma, ruh çağırma ve bedensiz varlıklarla temas etme gibisinden işlerle uğraşırdı. Başlarında Refet Kayserilioğlu adında bundan birkaç sene önce vefat eden röntgen mütehassısı bir doktor bulunuyordu. Mürid sayısı yüksekti ve müridler o yılların İstanbul'unun kalburüstü isimleriydi.
Dr. Refet Kayserilioğlu "Beyti Dost" isimli bir "ruh" ile temas ettiklerini söyler, adı bir cins kebabı çağrıştıran Beyti Dost' tan medyum vasıtasıyla aldığı tebliğleri grup üyeleriyle paylaşır ve bunlarla ilgili kitaplar yayınlardı.
O senelerde parapsikoloji konularına merak duyuyor fakat hiçbir gruba girmiyor, sadece bazı toplantılara dışarıdan katılıyordum. Ama açık söyleyeyim: İstanbul, o yıllarda ruhçu gruplar bakımından gayet zengindi ve sıradan manyetizmacısından Altın Şafak mensubuna, tapınakçısından Gül ve Haç Kardeşi' ne kadar ne ararsanız vardı.
Refet Bey ile 1970'lerin sonunda ve 80'lerin başında, grubun Taksim'deki merkezinde iki defa röportaj yaptım. Hipnotizma işini Türkiye'de en iyi bilen birkaç kişiden biri olduğu söyleniyordu ama hakkında bir söylenti daha vardı: Hazreti İsa' nın ruhunu taşıdığını iddia ettiği, Beyti Dost' un da aslında Hazreti İsa olduğu ve talimatlarını Refet Bey vasıtasıyla yazdırdığı... SON ÜÇ PEYGAMBER
Bu söylentileri Refet Bey' e açıkça sordum.
"Ne reddederim, ne de kabul ederim" dedi ve şaşırtıcı bir başka söz söyledi: "Beyti Dost, son üç peygamberden birinin ruhudur".
O senelerin meşhur sunucusu Cenk Koray da Sevgi Birliği grubunun üyelerindendi ve Beyti Dost'un son üç peygamberden biri olduğuna o da inanmıştı. "Ama, peygamberleri dünyadaki halleriyle düşünmemek gerekir. Ölümlerinden sonra çok daha yücelmişler ve Yüce Yönetici Varlıklar' ın arasına katılmışlardır" diyordu.
Derken, ruhçu çevrelerde yeni bir söylenti çıktı. Bu defa Cenk Koray' ın da bir peygamberin, Şit Aleyhisselâm' ın reenkarnasyonu olduğu, yani peygamberin ruhunun Koray' ın bedenine girdiğine inanıldığı anlatılıyordu. Bu, her iki peygamberin haftanın birkaç günü Refet Bey' in Taksim'deki muayenehanesinde buluşup hâşâ mü'minlerini irşâd etmeleri demekti.
Koca koca adamlar işte böyle "Ruh geldi, tebliğ verdi, yaratılışın sırrını anlattı" cinsinden işlerle uğraşıyor, üstelik kendilerinin kozmik görevli olduklarına inanıyorlardı.
Durup dururken çeyrek asır öncesinin bu tuhaf grubunu neden yazdığımı merak etmiş olabilirsiniz, söyleyeyim:
Dr. Refet Kayserilioğlu, "Sevgi Dünyası" adında aylık bir dergi çıkartırdı. Dergide Beyti Dost' un tebliğleriyle beraber diğer mâlum konularda yazılmış yazılar vardı. KİM BU YAZAR?
Derginin yazarlarından birinin ismi, "Nur Serter" idi ve ruhçu Sevgi Dünyası' nda bilgelik, kehanet ve Nostradamus bahislerinde yazıları çıkıyordu. Yazar, Kemal Alemdaroğlu' nun İstanbul Üniversitesi Rektörü olduğu sırada yardımcılığında bulunan, sonra Atatürkçü Düşünce Derneği' nin başkan yardımcılığına gelen ve önceki gün Ankara'da yapılan Cumhuriyet Mitingi' nin düzenleyicilerinden olan Prof. Dr. Nur Serter ile aynı adı taşıyordu.
Şimdi hiçbir yorumda bulunmadan, Sevgi Birliği isimli grubu yakından bilenlere, hattâ Prof. Dr. Nur Serter' e, müsaadeleriyle kısaca soruyorum: "Son üç peygamberden birinin", büyük bir ihtimalle de Hazreti İsa' nın ruhuyla yahut bizzat kendisiyle temas ettiklerine inananların çıkardığı Sevgi Dünyası dergisinin yazarı Nur Serter günümüz Türkiyesi'nin en sıkı Atatürkçülerinden olan Prof. Dr. Nur Serter midir, yoksa ortada sadece bir isim benzerliği mi vardır?
Konuyu yakından bilenlerden, özellikle de Prof. Dr. Nur Serter' den tatmin edici bir cevap gelirse, açıklamasını burada yayınlamaya hazırım. Ama cevap alamadığım takdirde " Sükut, ıkrardan gelirmiş " diye düşünmeden edemeyeceğim.

(Sabah)

Muhtıranın asıl muhatabı Nakşî harekettir

Muhtıranın asıl muhatabı Nakşî harekettir

Genelkurmay'ın internet sitesinde geceyarısına kırk dakika kala yayınlanan metne ister açıklama, ister bildiri, isterseniz muhtıra diyelim...
Metne verilecek olan bu isimler üslûbunun sertliğini değiştirmeyecektir ve metnin, hükümetin yanısıra pek dikkatimizi çekmeyen bir başka muhatabı daha vardır: Türkiye'deki Nakşibendhareket.
Hadisenin geçmişi, aslında bundan 82 yıl öncesine, Büyük Millet Meclisi'nin 30 Kasım 1925'te çıkarttığı 677 sayılı kanunla tekke ve zaviyeleri kapatmasına kadar uzanır.
Tekkelerin kapatılıp tarikatlerin yasaklanmasından sonra mekânlarına dokunulmayan tarikatler faaliyetlerine buralarda devam ettiler ama yersiz kalanlar şeyhlerin yahut bu işe uygun binaları olan müridlerin evlerine taşındılar, yani Türkiye'deki bütün tarikatler bir anlamda yeraltına indi. Zamanla başka isimler altında yeni tekkeler açıldı, tarikat faaliyetlerinde bir kesinti olmadı, herşey mekânlar dışında eskisi gibi devam etti, o zamana kadar Türkiye'de vârolmayan bâzı tarikatler ithal bile edildi.

Dünyev hayata hâkimiyet
Devlet, olup bitenlerin başından itibaren farkındaydı, herşey kontrol ediliyordu ve tek bir tarikatin, Nakşibendğin dışında kalan faaliyetlere göz bile yumuldu. Hattâ, büyük bir estetik güzelliğe sahip bulunan ama aslında tam bir zikir olan Mevlevsemâı zamanla devletin resmtarikati gibi görünür oldu. Devlet erkânının Konya'da her sene Aralık ayında tören yahut gösteri adı altında düzenlenen Şebi Arus âyinlerine yıllardan buyana en üst seviyede katılmasının, Mevlevsistemindeki yoğun kültür ağırlığının büyük rolü vardır.
Diğer tarikatlere pek ses çıkarmayan, hattâ göz yuman devletin Nakşhareketi her zaman kontrol altında tutmasının sebebi, Nakşibendğin temelinde hem dünyevhem de uhrevalanda söz sahibi olunması arzusunun bulunmasıydı. Osmanlı zamanından itibaren devletle çatışmaya giren dingrupların neredeyse tamamı Nakşyahut Nakşibendkaynaklanan diğer kollara mensuptular. Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki dinden kaynaklanan ayaklanmaların öncüleri de Nakşidiler, zira Nakşdoktrin dünyeviktidarı da talep ediyordu.
Nakşibendiler, özellikle de 18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyılın başlarında yaşamış olan Mevlânâ Hâlidi Bağdâdgörüşlerinden hareketle genişleyen Nakşâlidgruplar, 1980 sonrasında devlet katında da güçlendiler ve mensupları önemli makamlara geldi. Bu, asırlar boyunca devletle kavgalı olan Nakşdüşüncesinin tarihte ilk defa devlete hakim olmaya başlaması demekti.

Türk kimliği kayboldu
Şimdi irtica yahut şeriat isteği diye nitelenen hareketler Nakşibendğin militan tarafı, şeriatçı olmakla suçlananlar da bu yolun mensuplarıdır.
Ama, Nakşhayat tarzında son 30 seneden buyana önemli değişiklikler oldu:
Buharalı bir Türk olan Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend tarafından 14. asırda kurulan Nakşibendbirçok diğer tarikatin aksine, tam bir Türk tarikati idi. Orta Asya'da başlayan hareket, zamanla Ortadoğu'yu ve Anadolu'yu da etkilemiş ve güç kazanmıştı.
Daha önce de yazdım: Türkiye'de bir zamanlar imparatorluk felsefesi doğrultusunda yaşanan İslam ve mahall yani Türk üslubunda vârolan Nakşibend12 Eylül sonrasındaki sosyal değişikliklerin ve Arap etkisinin neticesinde köy İslamı çerçevesinde sıkıştı.
Bir zamanlar evlerden eksik olmayan bize mahsus Muhamediyeler' in yerini kıt'a Arabistanı'na duyulmaya başlayan hayranlığın neticesinde İslam'ın ilk yıllarına ait Arap kahramanlık hikâyeleri aldı. İsimlerle beraber Kur'an'ın ve ezanın okunma tavrı bile değişip Araplaştı, hattâ kurban edilen koçların yerine bile develer geçti ve apronlarda deve keser olduk.
Genelkurmay'ın geçen hafta verdiği muhtıranın muhatabı bütün lâiklik karşıtı faaliyetlere girişenlerle beraber, aynı zamanda Nakşharekettir ve yayınlanan metin, asırlardır devam eden devletNakş çatışmasının bir devamıdır.

Yazar: Murat BARDAKÇI
http://www.ensonhaber.com/ sitesinden 30.04.2007 tarihinde yazdırılmıştır.

Görünmeyen el

Taha Kıvanç

'Görünmeyen el'
Pazar sabahı ortalık henüz ışımamışken telefonunuz çalsa hayra yorar mısınız? Bir okur, fısıltıyla, 'Çok özür dilerim, ama size bir haberim var' derse yüreğinize inmez mi? Benim inmedi. Merakla lâfını tamamlamasını bekledim.
Balkondan bakıyor olmalı; sabahın köründe (05:00 öncesi) gazete ana bayii önünde duran askerî araçtan inenleri fark etmiş… 'Gazetelere el koyuyorlar' dedi hayli uzakta olduğunu bildirerek... Heyecanlı evdekilere 'Askerler meraklı okurlardır' dedim… 'Geceyarısı bildirisi' ile ilgili gazete manşetlerini ve yazarların yorumlarını merak etmişler, belli ki…
Gazeteler genellikle olayı serinkanlı karşılamışlar, yazarlar da dengeli bir tavır tutturmuşlardı dün. Ülkem hesabına sevindim…
Askerlerin bir eyleme girişmeden önce etraflı bir çalışma yaptıklarını ve geniş kapsamlı bir eylem planı hazırladıklarını biliyoruz. Yıllar önce, kamuoyunu etkileme amaçlı bir kampanyaya karar verdiklerinde, sevmedikleri yazarlar ve sivil toplum önderleri için öyle bir 'eylem planı' ve 'bilgi notu' hazırlamışlardı… Bir PKK militanına sorgusu sırasında söylemedikleri mâl edilmiş, ardından o sözlerin gazete manşetlerine çekilmesi ve bazı yazarlar tarafından yorumlanması öngörülmüştü…
O mâlum 'andıç' işte…
Bugünlerde yaşadıklarımız 'Acaba yeni bir andıç mı gündemde?' sorusunu sorduruyor: Abdullah Gül'e mâl edilen anlamsız cümleler… Cümlelerin hangi sütunlarda kullanılacağı… Bildiri… Bildirinin nasıl yorumlanması gerektiği… Kimlerin o yorumu benimseyeceği…
Benimki tamamen 'varsayıma' dayalı bir soru. Medyada yorum yapan, gazetelerde manşeti atan ve köşe yazıları yazanlar ilk 'andıç' kamuoyu tarafından öğrenildiğinde içine düştükleri durumdan hiç memnun kalmamışlardı; onlar bir daha aynı duruma düşmek istemezler…
'Varsayıma dayalı' sorumu kimse ciddiye almasın lütfen… Yoksa 'e-bildiri' sonrası 'Bu bir muhtıradır, Ak Parti adayını geri çekip derhal seçime gitmelidir' diye kanal kanal dolaşanlar için gereksiz yere kötü şeyler düşünebilirsiniz… Düşünmeyin, şu sıralarda yaşadıklarımız 'andıç' ürünü filân olamaz çünkü…
'Andıççıları andıçlamışlar' derseniz, önce sizi dinlerim…
Kimileri olan-biteni anlamakta zorlanıyor. Ben de zorlananlardanım, ama benim anlayamadığım şey başka: Bugün yaşanan gelişmeler ister istemez bir erken seçimle sonuçlanacak; -iki ay, üç ay veya altı ay sonra- sandık mutlaka ortaya konulacak… Düz veya eğri hangi mantıkla bakarsanız bakınız, Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçilse de, işin içine Rüfailer karıştığı için seçim yapılamasa da, bu süreçten hangi siyasî parti kazançlı çıkar dersiniz…
Ben de sizler gibi düşünüyorum: Evet, muhalif oyların bir miktarını kendine çekme becerisini CHP de gösterecektir, ama işte o kadar; şu sıralarda yaşatılan gerginlik ve cepheleşme ara renkleri ortadan kaldıracağı için daha çok Ak Parti'nin işine yarayacaktır…
'Yanılıyor muyum?' diye bilebilecek durumdaki başkalarına da sordum, onlar da geçmişten sayısız örnek vererek, 'Doğru düşünüyorsun' dediler… Peki de, onların dediği gerçekse ve ben doğru düşünüyorsam, bu durumda DYP ve ANAP liderleri, özellikle de Erkan Mumcu 'Meclis'e girmeyin' dedi diye oylamaya katılmayan ANAP milletvekilleri, bu davranışlarıyla kendi siyasî sonlarını getirdiklerini nasıl görmezler?
Bir dostum, 'Vaktiyle sık sık yazdığın 2002 seçimiyle ilgili senaryoyu kendin unutmuşsun' dedi bana… Hatırladım. Üçlü koalisyon (DSP, MHP, ANAP) döneminde, önce Rodos'ta Tansu-Özer Çiller çiftiyle 'yeni hükümet' formülü pişiren bir medya patronu, daha sonra Frankfurt'ta 'MHP'yi koalisyon dışı bırakacak' bir projenin düğmesine basmıştı… Bunu gören MHP de 'Erken seçim olmalı' diye bastırdı…
Sonucu biliyoruz: Erken seçimi zorlayan MHP de, onu mandepsiye bastırma hesabındaki DYP ve ANAP da erken seçimle Meclis-dışı kaldılar…
Bugün de böyle bir 'oyun' kokusu alıyorum ben… Bir el, sağı-solu tahrik ederek siyasetin dengelerini değiştirme çabasında; ancak istediği olursa, kullandığı güçler değil de yok etmeyi düşündüğü hissini verdiği (Ak Parti) müthiş kazanacak… 'Askerlerin hazırladığı bir 'andıç' söz konusu değil' noktasına biraz da bu sebeple geldim. Herkesi kullanan bir 'eylem planı' mutlaka var, ama askerlere ait değil o plan…
Ekonomik liberalizmin babası Adam Smith, koyduğu esasların bazı boşluklarına işaret ederek sistemin onun öngördüğü biçimde çalışmayacağına dair itiraz edenlere karşı 'görünmeyen el' tezini ileri sürmüştü. 'Siz bilmezsiniz, 'görünmeyen bir el', insanların iradelerini esir alır ve onları böyle davranmaya zorlar' demeye getirerek…
Burada da bir 'görünmeyen el' devrede. Bilesiniz istedim…
Kaynak: http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=4944&y=TahaKivanc

Bir sonraki tavşanı görelim!

Taha Kıvanç

Bir sonraki tavşanı görelim
Bir kanalda karşılaştığım eski siyasetçilerden Hüsamettin Cindoruk'a, reklâm arasında, 'Bu akşam da şapkanızdan tavşan çıkacak mı?' diye sordum, olumsuzca başını salladı.
Aaa, bir de ne göreyim, söz sırası kendisine geldiğinde, bir değil iki tavşan birden çıkarıverdi: Başbakanın aday adını açıklaması sonrası Ak Parti milletvekillerinin ayağa kalkıp alkışlaması grup kararı sayılırmış… Abdullah Gül adaylığını kendisi koymuş, oysa cumhurbaşkanı olacak kişi başkaları tarafından aday gösterilirmiş…
İki savın da yanlışlığı programda belli oldu, ama Hüsamettin Bey şapkasından iki tavşan çıkardığı için mutluydu…
Benim şu sıralarda cevabını müthiş merak ettiğim soru şu: Anayasanın ve TBMM İçtüzüğünün cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili maddelerini kotaranlar, daha en baştan, 'Zamanı geldiğinde kullanırız' düşüncesiyle mi oturum açılırken 367 üyenin hazır bulunması gerektiğini düşündürecek biçimde kaleme aldılar o maddeleri? Yoksa vaktiyle mâsumâne düşüncelerle kaleme alınmış bir metinden o anlam şimdi mi çıkartılıyor?
'Sabih Kanadoğlu cezacıdır, anayasa hukuku onun alanı değildir' dedi bir bilen ve ekledi: 'Aldığım duyum doğruysa, onun dikkatini bu konuya çeken, bayağı yukarılardan bir isimmiş…' 367 konusunu gündeme ilk taşıyan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığından emekli Sabih Kanadoğlu'ydu… Anayasa hukuku kitaplarında onun yorumunu destekleyen bir yaklaşım yok; tek bir hukukçu kitabının ilk baskısında böyle bir yorum yapmış, o da 1980 öncesi dönemle ilgili… Sizin anlayacağınız, seçimi tıkayan '367 şart' yorumu taze bir hukukî mütalaa…
Devletimizin ne kadar güçlü olduğunu hep birlikte bir kez daha görüyoruz… At alıştığı sahibinden başkası sırtına binmek isterse huysuzlanır, yerinde duramaz ve üstündekini kabul etmez ya; bizim devlet de öyle işte, alıştığından biraz farklı biri cumhurbaşkanı olacak diye olmadık huysuzluklar yapıyor…
İlgilidir ilgisizdir bilemem elbette, ama bir başka alana daha yayılıyor huysuzluk… Aday açıklandığı gün adamın biri İstanbul'dan gelip YÖK Başkanını öldürmeye kalktı. YÖK binasını Dingo'nun ahırı sanıyor olmalı ki, elinde silâhıyla içeri girmeye kalkıştığı görüntüsü güvenlik kameraları tarafından tespit edildi, altı saat sonra da enselendi adam… Peki de sonra tam üç saat boyunca o eylemden neden kimsenin haberi olmadı?
'Haberi olmuştur da duyurmak istememiştir polis' dediğimde, bir haber televizyonu yönetmeni, 'Yanılıyorsun' tepkisini verdi. Haberi ekrana ilk onlar taşımış, dakika geçmemiş, Ankara Emniyeti'nden arayıp olayla ilgili bilgi edinmeye çalışmışlar… Polisin üç saat boyu haberdar olmadığı polisiye bir olay…
Bu tür olayların olduğu akşamlar, Kanal-7 'Haber Saati'ne çıktığımda yüzümün kızardığını sizler de fark ediyorsunuzdur. Erhan Çelik, bana dönüp, 'Sizin çok önceden beklediğinizi söylediğiniz türden bir olay, değil mi?' diye sorduğunda kızarıyor yüzüm… Evet, aylar öncesinden başlayarak, hem de kimbilir kaç kez, 'Cumhurbaşkanlığı seçimine giden yolda rahatsız edici olaylarla, kışkırtıcı eylemlerle karşılaşılacak, siyasî suikastlar, saldırılar yaşanacak' dedim, yazdım da… Çok mu olağanüstü bir öngörüde bulundum, kehanet sayılacak bir söz mü bu söylediğim? Hayır…
Tek tesellim, bu işleri kim/ler yapıyorsa, ellerindeki 'profesyonel suikastçı' stokunun tükenmiş olması… YÖK'e saldıran adam ve arkadaşları her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırdılar işte… Adam YÖK kapısından içeri giremeyeceğini anlayınca acemice havaya ateş edip kaçtı; hem de kapıdaki korumalara bile 'suikast' amacıyla oraya geldiğini belli etme fırsatı bulamadan… Onları oraya gönderenler, ses çıkmayınca, ortalığı ayağa kaldırmakta üç saat geciktiler…
Bu yazıya oturduğumda 'Genelkurmay'a meczup saldırısı' haberi gözüme ilişti. Bu da gecikmeli bir haber; eylem önceki akşam gerçekleştiği halde, ajans dün sabahın erken saatlerinde servise koymuş:
'Meczup olduğu belirtilen bir kişi, Genelkurmay Başkanlığı karargâhına demir parmaklıkları aşarak girmek istedi. (..) Genelkurmay Başkanlığı'nın Başbakanlık tarafındaki demirli parmaklıklarını aşarak bahçeye giren bir meczup güvenlik tarafından enterne edilerek polise teslim edildi. Nöbetçiler tarafından etkisiz hale getirilen ve silahı bulunmayan saldırganın, eylemini, Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt'ın karargâhtan çıkışından yarım saat önce, saat 17.30 civarında, gerçekleştirdiği öğrenildi. Ayağında ayakkabıları bulunmayan şahsın elinde bir mektup bulunduğu belirtildi.'
Baldırı çıplak meczuplar ve işsiz-güçsüz amatörler ortalığı ayağa kaldırmak için yeterli değil…
Bir sonraki 'tavşan' lütfen…
Kaynak: http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=4915&y=TahaKivanc

Yazık etmeyin ülkeye!

Serdar Turgut: ''Yazık etmeyin ülkeye''
29/04/2007

Serdar TURGUT'un yazısı

Yazık etmeyin bu Ülkeye

 

Dün insanlarda kaygılar, endişeler yaratan bir dizi gelişme arasında gelecek açısından umut veren tek lafı Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek etti.

 

Basın toplantısının çıkışında, 'sormayı düşünebileceğiniz sorulara ilişkin şunu söyleyebilirim. Sayın Başbakanımız ve Sayın Genelkurmay Başkanımız faydalı, verimli bir görüşme yapmışlardır. Onu da bilgilerinize sunuyorum' deyip uzaklaşırken Türkiye'nin bu krizi de önemli boyutlara varmadan atlatmasının ipuçlarını vermekteydi...

 

Olan şudur: Hem AKP hem de ordu kendilerinden beklenen, kendi yandaşlarına mesaj gibi giden olağan tavırlarını almışlardır ilk önce.

 

AKP, cumhurbaşkanlığı seçiminde taviz verir gibi davranmamıştır.

 

Ordu da sokaklara taşan heyecana bir selam çakarak sert uyarısını yayınlamıştır. Bu da tepkili insanların sertliğini yumuşatmıştır.

 

Şimdi ilk yorumda, iki taraf da kılıçlarını karşılıklı çekmiş gibi görünmektedir.

 

Ama bir yandan da Başbakan ile Genelkurmay Başkanı 'faydalı, verimli' telefon görüşmeleri de yapmaktadır.

 

Yani perde arkasında hükümeti de orduyu da yıpratmayacak demokratik çözüm arayışları sürmektedir. Ortak akıl derken de kastettiğim budur...

 

Hem tartışmanın tarafları hem de muhalefet partileri bir uzlaşmanın sağlanamaması halinde pazartesi günü (yarın) bir ekonomik dalgalanmaya yol açılacağından korkmaktadır. Aslında Türk halkının en önemli sorunu da budur. Son krizin acı anılarını unutamamış olan insanlar yeni bir krizi önlemenin yolunu devletten beklemektedir.

 

Dün birçok siyasetçi olaylar hakkında konuşurken geçen krizde bir anda işsiz kalan insanları, kapanan işyerlerini, çekilen üzüntüleri hatırlatmışlardır. Hükümet ve de askerlerin bunu unutmaması gerekiyor.

 

O günlerin tahribatından kurtulup da bugünlere gelmek için çok çalıştık, çok uğraştık. Ve de sonunda başarmış gibiydik.

 

Türkiye aslında kanatlanıp uçmaya hazırlanıyordu. Şimdi bir hesaplaşma çılgınlığı uğruna bütün bunları heba edip ülkemizi yine onlarca yıl geriye götürmenin vebalini kimse kaldıramaz.

 

Bu bahsettiğimiz somut bir tehlikedir. Perde arkasında, devam ettiğine inandığım onurlu ve demokrasi kuralları içindeki uzlaşma arayışı, bir an önce sağlanmazsa Türkiye'yi tekrar büyük bir tehlike beklemektedir.

 

Şu anda bu yönde bir işaret henüz yok ama umudum pazartesi sabahı gelmeden ortak aklın devreye girip Türkiye'yi rahatlatacağıdır.

 

Biz de herkes gibi bekliyoruz çözüm ışığını görmek için.

 

Yazık edilmesin bu ülkeye.

 

NOT: Bu yazı tamamlandıktan sonra güzel bir gelişme oldu, Başbakan ile Genelkurmay Başkanı telefonda görüştü. Böylece

 

ilk uzlaşma sinyali geldi...

 

AKŞAM
 
 

Darbeye tek kelimeyle hayır!

Milliyet gazetesi yazarı Hasan Cemal 'Darbeye tek kelimeyle hayır" dedi.
 
Asker muhtırasına tek kelime: HAYIR
29/04/2007
Askerin gece yarısı muhtırasına tek kelimeyle hayır!
Askeri müdahalelerin, yarı darbe ya da tam darbelerin bu ülkeye herhangi bir hayrı dokunmamıştır.
Bundan sonra da dokunmayacaktır.
Askeri müdahaleler Türkiye'ye zaman kaybettirmiştir.
Demokrasi yolunda kaybettirmiştir.
Hukuk devleti yolunda kaybettirmiştir.
İnsan hakları yolunda kaybettirmiştir.
Kalkınma yolunda kaybettirmiştir.
Askeri müdahaleler, Türkiye'de siyasetin normalleşmesini, rejimle ilgili taşların yerli yerine oturmasını ertelemiştir.
Siyaseti cepheleştirmiştir.
Siyaseti kutuplaştırmıştır.
Askeri müdahaleler, toplumun farklı kesimlerini birbirleriyle karşı karşıya getirmiştir.
Askeri müdahaleler, her seferinde laiklik derken, din ve dindarlık derken, türban derken sergiledikleri tavırlarla, koydukları yasaklarla toplumun değişik kesimlerinin diyalog yollarına taş koymuştur.
Askeri müdahaleler, toplumun değişik kesimlerinde devlete dönük yabancılaşma, hatta düşmanlaşma tohumları ekmiştir.
Uzlaşma değil, çatışma kültürünün tohumlarını atmıştır askeri müdahaleler.
Bunun içindir ki:
Askerin gece yarısı muhtırasına tek kelimeyle hayır diyorum.
63 yaşımdayım.
1960'taki 27 Mayıs'tan başlayarak çok askeri müdahale gördüm. Bazılarının içinde oldum. Bazılarını 'devrim adına' destekledim.
Sonra yanıldığımı anladım.
Yazdığım kitaplarla, yazdığım makalelerle, verdiğim konferanslarla askeri müdahalelerin bu ülkeye herhangi bir yararı olmadığını dilim döndüğü kadar bunca yıl anlatmaya çalıştım.
Demokrasi olsun, hukuk devleti olsun, insan hakları olsun, laiklik olsun, bütün bu alanlarda askeri müdahalelerin işleri daha da karıştırdığına inandım.
Yıllar bu gerçeği bana öğretti.
Askeri müdahalelerin bu ülkede yaşattığı acıyı, kan ve gözyaşını çok iyi biliyorum.
Şu gerçeği de öğrendim:
Askeri müdahaleyle ne demokrasi yapılır, ne cumhuriyet korunur, ne de laiklik.
Hiçbiri olmaz.
Cumhuriyet de, laiklik de en iyi demokrasiyle korunur.
Askeri müdahaleyle değil.
İşte bunun içindir ki, askerin gece yarısı muhtırasına tek kelimeyle hayır diyorum.
Çünkü, her askeri müdahaleyle birlikte gelen yasak ve kısıtlamalar, bu ülkede siyasetin olgunlaşmasını geciktirmiştir.
Neden?
Askeri müdahaleleri yapanlar, demokrasinin düşe kalka öğrenildiğini, demokrasi kurallarının oyun içinde kavrandığını, bu nedenle de zaman ve sabır gerektirdiğini bir türlü anlamadılar.
Ne yazık ki öyle.
Demokrasinin bir süreç olduğu gerçeğini hiç anlamadıkları için de, her seferinde oyuna paydos diyerek, mıntıka temizliği yaparak, yasaklar koyarak, hapishaneleri doldurarak, darağaçları kurarak, sivil siyasetin oyun alanını daraltarak sonuç alacaklarını sandılar.
Ama istedikleri olmadı.
Yaşananlardan ders çıkarmadıkları için olmadı.
Kendi ezberlerine bağlı kaldıkları için olmadı.
Farklı seslere kulak tıkadıkları için olmadı.
İşte bunun içindir ki, askerin gece yarısı muhtırasına tek kelimeyle hayır diyorum.
Askeri müdahaleler...
Yarı darbeler...
Tam darbeler...
Yineliyorum, bütün bunların Türkiye'ye bugüne kadar herhangi bir yarar sağladığına, bundan sonra da sağlayacağına inanmıyorum.
Çare demokrasidir.
Çare seçim sandığıdır.
Çare halkın oyudur.
Hesaplaşmayı seçim sandığında halkın oyuyla yapmaktır çare...
İşte bunun içindir ki:
Askerin gece yarısı muhtırasına tek kelimeyle hayır!
Son söz:
Hükümetin muhtıraya karşı almış olduğu tavır doğrudur, demokrasiye uygundur. Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı adaylığından çekilmeme kararı da yerindedir.

h.cemal@milliyet.com.tr


--
ebu-zer

Şaşırtıcı...

Ak Parti Zülfü Livaneli'yi niçin şaşırttı?
25/04/2007

ZÜLFÜ LİVANELİ'DEN ENFES BİR YAZI! Sol'un düştüğü acınası durumu gözler önüne seren Livaneli, hiç yapılmamış bir Ak Parti analizi yaptı:

Zülfü LİVANELİ'nin VATAN Gazetesi'nde yer alan yazısı

Birleşen kazanıyor, bölünen kaybediyor.

Bir iki ay önce arkadaşlarımla Cumhurbaşkanlığı konusunu tartışırken demiştim ki: "AKP bu konudaki verileri bir bilgisayara yüklese ve kendileri açısından en iyi çözümü sorsa Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı, Tayyip Erdoğan'ın başbakan olması gerektiği cevabını alır. AKP açısından ideal olan durum budur."

Ve hemen eklemiştim:

"Ama işin içinde insan egosu olduğu için bu çözüme pek ihtimal vermiyorum."

İtiraf etmeliyim ki; AKP beni yanılttı ve başından beri sergiledikleri dayanışmayı burada da gösterdiler.

İşin bu boyutu çok önemli.

Ve günün en yakıcı sorusu şu: Kendilerine Atatürkçü, laik, solcu, çağdaş vs. diyenler niye bu kadar sevgisiz, kıskanç, birbirine düşman?

Buna karşılık AKP çevreleri niçin birbirine bu kadar sıkı sıkıya bağlı?

İşte Türkiye'yi bir büyük dönüşümün eşiğine getiren ve türbanın köşke çıkması noktasına sürükleyen gelişmelerin sırrı bu soruda gizli!

Meclis'e gidiyorsunuz: CHP'li milletvekillerinin yüzünden düşen bin parça, birbirine selam vermeyen, koridorda gördüğü zaman yolunu değiştiren pek çok kişi var.

Konuştukları zaman kasılmış bir ağız ve gevrek bir ses tonuyla: "katılımcılık, demokrasi" filan gibi birkaç klişeyi dile getiriyorlar ama temel unsurları sevgisizlik, kıskançlık.

Birbirinden nefret!

Diğer "sol" partilere bakın. Başkanlar birer derebeyi gibi "küçük aşiretlerin" başında olmayı, posterlere, otobüslere resimlerini bastırmayı marifet sanıyor. Hayatta kendi gücüyle başaramadığı bir şöhrete sahip olmaktan, partinin sırtına binerek egosunu tatmin etmekten başka bir derdi yok.

Bir de "öteki taraf"a bakın.

AKP'yi kurdukları zaman Bülent Arınç, Abdullah Gül gibi isimler milletvekili.

Gül kendi partisinde genel başkan adayı olup, delegenin yarısının oyunu almış. Siyasi yasağı yok, dil bilir. Arınç da Gül de Erdoğan'ın ağabeyleri. Kaldı ki Erdoğan siyasi yasaklı, seçime bile giremiyor.

Ama sıra genel başkan belirlemeye geldiği zaman Arınç da Gül de "Hayır!" diyorlar "Bu kardeşimiz halkta daha çok ilgi görüyor. Onu genel başkan yapmamız gerekir."

Siz böyle bir davranışı Deniz Baykal'dan ya da öteki "solcu"lardan bekler misiniz?

Acı acı güldüğünüzü görür gibi oluyorum.

Haklısınız, gülünç bir soru sordum.

Neyse AKP macerasına devam edelim:

Seçimler sonucunda Abdullah Gül başbakan oluyor, sonra koltuğunu Erdoğan'a devrediyor.

Şimdi de Erdoğan, yardımcısını Cumhurbaşkanı yapıyor.

Arınç buna itiraz etmiyor ve AKP içindeki herkes sarılıp birbirini tebrik ediyor.

İşte sır burada.

Dünyanın her yerinde sol dayanışmacı, sağ bireycidir.

Türkiye'de ise durum tam tersi.

Solun bencilliği, düşmanlığı, küçük düşünmesi ve kıskançlığı karşısında, dayanışmacı bir hareket Türkiye'yi ele geçiriyor.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihinde yeni ve çok önemli bir sayfa açıldı.

Eğer siyasal İslam bu dayanışmayı sürdürür, laikler de amip gibi bölünmeye devam ederlerse; emin olun bugünleri de arayacağımız noktalara gelmemiz çok yakındır.

WWW.MORALHABER.NET



--
ebu-zer

17 Nisan 2007 Salı

Irak: Katliamın dört yılı


İşgalin 4 yılı Iraklılara 665 bin ölüme, 3 milyondan fazla yaralıya ve
yarısının güvenli yer arayarak ve hiçbir mezhep veya ırk ayırımı yapmaksızın
günlük yüzlerce can alan mezhepçi iç savaştan kaçarak komşu ülkelere gittiği 4
milyon mülteciye mal oldu.


LONDRA - Irak’ın bugün savaştan ve işgalinden
dört yıl sonra Arap bölgesinin hatta bütün dünyanın en istikrarlı, parlak ve
güvenli ülkesi olması öngörülüyordu. Başkan W.Bush, bize öyle vaat etmiş,
müttefiki ve uşağı Tony Blair böyle müjdelemişti ancak tablo oldukça farklı
hatta rekor düzeyde karanlık.


Bugün bazılarının, Irak’a, halkına ve hatta bütün İslam
dünyasına yönelik yanlışlarını ve suçlarını meşrulaştırmak için kurbanlık koyuna
dönüştüreceği bir Saddam Hüseyin yok artık.



Bu kimseler yakın gelecekte müttefikleri ve velinimetleri İran rejimini
değiştirme araçlarına dönüştürülürlerse hiç şaşırmayız. Tıpkı Irak’ın
parçalanmasının, halkının sürülmesinin, şu anının ve geleceğinin demokrasi ve
insan hakları gerekçesi altında kirletilmesinin araçlarına dönüşmeyi kabul
ettikleri gibi.



Zira ülkesine ve halkına karşı emperyalizmin elinde piyon olmayı kabul eden,
başkalarına karşı bu misyonu tamamlamakta tereddüt etmez. Bir kez günah işleyen,
tekrarında tereddüt etmez. Ülkesini hor gören diğer ülkeleri de hor görür.








Irak’ı anlamak için kilit tarihler




İşgalin 4 yılı Iraklılara 665 bin ölüme, 3 milyondan
fazla yaralıya ve yarısının güvenli yer arayarak ve hiçbir mezhep veya ırk
ayırımı yapmaksızın günlük yüzlerce can alan mezhepçi iç savaştan kaçarak komşu
ülkelere gittiği 4 milyon mülteciye mal oldu.



Son kamuoyu anketleri gösteriyor ki her 4 Iraklı’dan biri aile fertlerinden
birini kaybetmiş, her 5 Iraklı’dan birinin yakını kaçırılmış ve 3 Iraklı’dan
birinin kardeşi güvenli yer bulmak için dışarıya kaçmış.



İşte birçok Iraklı’nın, ABDn istihbarat organları saflarında bütün bölgeye
demokrasi, şeffaflık, insan hakları, adalet ve eşitlik ithal eden bir model
olması için inşası yönünde ‘mücadele’ ettiği ‘yeni Irak’ bu.





ABD’de Irak anketi: İşgal
hataydı



Iraklıların dörtte birinin tercihi Saddam dönemi


Fotoğraflarla savaş protestoları





‘Petrol kuponları’ yeni yöneticilerin, evlatlarının, torunlarının ve etrafında
kenetlenenlerin yağmaladığı onlarca milyar dolarlar karşısında sevimsiz bir
nükte halini aldı. Şöyle ki bu ülke, uluslararası şeffaflık örgütünün
değerlendirmelerine göre dünyanın en fazla yolsuzluğun yapıldığı ülkeler
listesinde ikinci sırayı işgal ediyor. Ki bu şeffaflık örgütünün Baas Partisi,
El Kaide veya İslamcı örgütlerle hiçbir ilişkisi yok.



Daha da önemlisi daimi suretle Irak halkının malı olmuş, cehaletin yok
edilmesinde, önemli üniversitelerin, bilimsel araştırma merkezlerinin inşasında
ve modern hastanelerin kurulmasında kullanılmış Irak petrolü, hükümetin
kararlaştırdığı ve yakında parlamentoya sunacağı yeni yasa sayesinde önümüzdeki
onlarca yıl için ipotek altına alınmış olacak.



Önceki rejim tarafından boşa harcanan ülke kaynaklarına ağlayanlar ve dışarıdaki
bankalara milyarlar aktarıldığından dem vuranlar şu ana kadar bu paraları
bulamadılar, Irak’ın petrol servetini dev şirketlere satarak işgali
mükafatlandırdılar.



Zira yeni yasa gereği bu şirketler Irak petrol kuyularından 62’sini
kontrollerine alırken Irak ulusal petrol şirketinin payı sadece 18 kuyuyla
sınırlı kalacak. Irak’ın bütün toprakları hiçbir gözlemci ve ulusal şirket
müdahalesi olmaksızın petrol araştırma, çıkarma ve ihraç etmek için Batılı
şirketlere mübah hale gelecek.



Bu Müslüman Arap ülkesi tarihinin en büyük kazanımlarından olan Irak petrolünün
devletleştirilmesi kararı, işgalin işbirlikçilerinin, yüzbinlerce evladını
öldürmesi ve birbirini boğazlayan mezhepçi kantonlara bölmesine karşı işgali
takdir etmesiyle iptal ediliyor.



Milyarlarca dolar çalmakla suçladıkları önceki rejimin adamları komşu ülkelerde
sadakalarla yaşıyorlar. Irak devlet başkanının eşi, kızları, torunları ve
akrabalarının durumu bu iken ‘yeni Irak’ın yöneticilerinin ve bakanlarının
evlatları, aileleri Batılı başkentlerde eyyamcılar gibi yaşıyor, bazıları özel
uçaklarla gidip geliyor, lüks sürgünlerinde güven içinde yaşarken Irak’ın
evlatları açlık, ölüm, etnik temizlik ve mezhepçi ölümlerle mücadele ediyor.



Yeni Irak’ın hoşgörü ve birlikte yaşam üzerine kurulması ve bu bağlamda farklı
örnekler sunması öngörülüyordu; ancak geçen 4 yıl boyunca gördüklerimiz bu
kavramlarla tamamen çelişiyor. Zira Irak eski devlet başkanı 148 kişinin idam
edildiği Duceyl olayındaki rolü sebebiyle yargılandı ve asılarak idam edildi.




Acaba yüzbinlerce Iraklı’nın öldürülmesine karışanları, kadınların ve çocukların
ırzlarını çiğneyenleri ve Ebu Garib hapishanesi bir yana İçişleri Bakanlığı
çatısı altında işkence yapanları kim yargılayacak.



Gelin daha açık olalım ve soralım: Yeni yöneticilerin ve milislerinin
düşüncelerinden farklı siyasi ve dini bir düşünceyi temsil eden ‘Cundu Sema’

grubundan en az 500 kişinin katledildiği Necef katliamı emrini verenleri ve
yapanları kim yargılayacak? Bu katliam Duceyl katliamından daha büyük değil mi?



Demokrasi ve insan haklarına ağlayan ve işgal öncesi dönemdeki öldürme ve
işkencelere dair kitaplar yazanlardan tek bir Iraklı’nın, tepki göstererek
haykırdığını, ülkesini savunduğunu ve yeni dönemin Iraklı evlatlarına yönelik
suçlarını kınadığını duymadık. Yoksa ABD’lilerin ve onlarla birlikte gelenlerin
hiçbir sorgulamaya veya yargılamaya tabi tutulmaksızın dilediklerini öldürme ve
işkence etme hakkı mı var?



Başkan Bush gelişigüzel davranıyor, askeri stratejisini düzeltiyor, Bağdat’taki
şiddet ve ölümü bitirmek için güvenlik planı belirliyor, planın uygulanması için
ek güçler gönderiyor ancak sonuçlar umutsuz. Zira bomba yüklü araçlar durmadı ve
faili meçhul cesetler Dicle nehri sularında veya başkentin ve belli başlı
kentlerin sokaklarında ortaya çıkıyor.



Mezhep ve etnik temellerle bölünme bir realite halini aldı ve merkezi hükümet
kendi evlatlarını korumaktan tamamen aciz görünüyor. Irak’ın geleceği şu anından
daha karanlık. Tek kazanım olarak gelen demokrasi ise temelsiz.



Demokrasinin teminatı orta sınıf tamamen çöktü ve evlatlarının çoğu göç etti.
Sonuncuları Saddam Hüseyin hakkında idam kararı veren yargıç Rauf Abdurrahman El
Kadi hayatından korkarak Britanya’ya sığındı.

NTV-MSNBC
Abdulbari Atwan*





*Londra’da yayımlanan El Kuds El Arabi gazetesi, 19 Mart 2007 Genel Yayın
Yönetmeni

Arapça’dan çeviri: Halil Çelik


Atatürk'ün Amerikaya yaptığı konuşma...

hasenat

KUR'AN-I KERİM ARAŞTIRMA VE İNCELEME PROGRAMI ......

Mükemmel bir Kur'an-ı   Kerim araştırma ve   inceleme programı. Arapça metin, 22 meal, 4 fihrist.
Arapça ve Türkçe gelişmiş arama seçenekleri, ayetleri derleme ve sonradan okuma, metin editörü, alfabetik sıralama, kullanıcı tarafından belirlenebilir renklendirme, geliştirilmiş program özellikleri. Tıklayın indirin... Tamamen ücretsiz...

cepMeal.gif